22 Kasım 2011 Salı

Kaybolmak-GÜçlü-Pencere/ÖZGE AKTAŞ



KAYBOLMAK-PENCERE-GÜÇLÜ
Ele aldığımız kavramlar ve bu kavramlara benim nasıl bir anlam yüklediğimi kavramsal fotoğraf çalışması dalı altında gerçekleştirmeye çalıştım.
Kavramları genel anlamlarına bakarsak;
Kaybolmak; ileriyi görememekle var olan algı eksikliği, inanamama. Hayatın içinde kaybolabilir bir insan, kendi ilişkisi içinde kaybolabilir, kendi soru işaretleri, kendi tabuları, kendi istekleri, kendi bilinçaltı içinde kaybolabilir. Yıllardır doğru olduğunu sandığı şeyin yanlış olduğunu keşfedebilir insan, bu kaybolmadır aslında. Bazen insan bilerek ve isteyerek yalnız kalmak için kaybolabilir. İstemediği insanlarla yüzleşmemek için kaybolabilir. Kaybolmak her ne kadar doğrudan bir şeyleri bilememek, şaşırmak, farkında olamamaktan dolayı gerçekleşen bir eylem gibi görünse de aslında bunun tam tersidir. Çoğu durumda kaybolan bir insan bir şeylerin farkında olduğu için kaybolur, bazı şeyleri görebildiği sezebildiği için kaybolur. Cahil mutludur ama düşünen insan kaybolur.
Güç; kontrol ve bilinçtir. Elinizde güç olduğunu bilmezseniz güçsüz olursunuz veya gücü kullanırsanız güçsüz kalırsınız. Güç, insanların davranışlarını etkileme, kontrol edebilme yetisi.
İnsanı ayakta tutmaya yarayan şey.

Resimde kaybolmayı hem topluluk içinde yalnız olmak hem kendi içindeki boşlukta yaşayan bir insan figürü olarak kullandım. Elindeki şişe bir içki şişesi. Bunu güç olarak düşündüm. Şişeyi bu kompozisyondan çıkarsaydık karakter tamamen umutsuz vaka (bitmiş, tükenmiş, yeniden hayat bulacak bir gücü olmayan) bir insan olarak kalırdı. Bu karakteri melankolik olarak da yorumlayabiliriz. Kendini, kendi kurduğu- oluşturduğu, sınırlar çizdiği bir fanus içine hapsetmiş bir kişilik. Aslında normal insanlarda hayatında değer verdiği, bağlı olduğu bir takım şeyleri kaybettiği zaman aynen bu fotoğraftaki gibi oluyor bence… Hayat ağacında tutunduğu dal kopan bir insan gibi diyebilirim. Bir süre boşlukta kalınır, işte bu fotoğraftaki “boşlukta kalan insan”diyebiliriz. Boşlukta kalmanın, kaybetmeyle doğru orantılı olduğuna inanıyorum. Yada buna eskiyi yitirmek de diyebilirim. Kaybettiğimiz şeyin değeri boşluğumuzun sınırlarını belirler. ‘Sınır’ fotoğrafta başını kapattığı kese kağıdı olarak nesneleşiyor. Yani görme, duyma ve konuşma duyularını kapatıyor. Yalnızca gözlerinde iki küçük delik var. Bu da aslında kişinin dış dünyaya karşı tüm pencerelerini kapatmadığını gösteriyor bize. Eğer gözlerine gelen ışığı da kaybederse bu kişi yaşayan bir ölü durumunda olurdu. Elindeki güç, bir içki şişesi ama bu farklı şeylerde olabilirdi; bir mektup, bir bıçak ya da kaybettiği şeye dair bir eşya… Burada ki güç hayattan tamamen kopmamasını sağlayan bağdır.

"İncir Reçeli" filminin fotoğraf olarak örneklerini getirdiğim sahnesinde de aslında benim çektiğim fotoğrafın storyboard’unu görebiliriz. Sevdiği kadını kaybetmiş bir adam, kendini evine hapsediyor. Bu kayboluş süreci içinde odanın her bir yanını sevdiği kızın söylediği sözcüklerle kaplıyor ve bir sabah pencereden bir kağıt parçası düşüyor. Adamın uzun süre görmediği güneş ışığı ona güç veriyor, pencereden dışarı bakıyor, her şeye rağmen hayatın aslında devam ettiğini görüyor ve kendisi de senaryosunu yazmaya başlayarak koptuğu yaşama dahil oluyor. Benim çalışmam daha çok bu kayboluş sürecini resmediyor.
Sözleri konuma uyan bir tiradı da burada paylaşmak isterim ; ''kaybolmuş suskunluklar gibi gezinirken ortalıkta düşlerim. Ben yabancılaştım her şeye ve herkese. nerede olduğunu bilmeden, ne için orda olduğunu bilmeden rüzgarda savrulan kağıt parçaları gibiyim sokakta. Kaybolmuş bir çocuk gibi. Tüm kentler yabancı, tenler, öpüşler… Yalnızlığın kendisi bile yabancı… Tanımlamalardan, bilmelerden geliyorum. kafa karışıklığından mutlu entelektüel uğraşlar; unutturuyor bir şeyleri. Hep bir şeylerin içinde kayboluyoruz zaten; ufak tefek kaybolmalarda unutuyoruz bu dünyadaki asıl kaybolmuşluğumuzu... Unuttukça mutlu oluyoruz. Hatırlatan şeylerden tiksiniyoruz, sarhoşluğumuzu seviyoruz. Her şey makineleşiyor. Duygular anlık refleks. Ezber edilmiş hayatları, ilişkileri yaşıyor ezber edilmiş düşlerde geziniyoruz.
O yüzden hayata zindan demeler. Sanatçıları da o zindanı bezeyen; çaresizliğimize morfinli iğnelerle çare bulmaya çalışan doktorlara benzetiyoruz. Ölüm kurtuluş oluyor; intihar istemiyle geliyor ve hep orda duruyor bir yerlerde kendi halinde. İntihar da içimizde bir yerde esir bir istemden başka bir şey olmuyor. Hayata ve diğerlerine karşı geliştirdiğimiz savunmalar güçlendiriyor duvarları. Biz kendimizi korudukça hayata karşı, daha derinine iniyoruz zindanın. Dengeler yaratıyoruz. Dengesizliğe tahammülümüz yok, belirsizliğe… Sahip olduğumuz şeyler var sanıp, sahip olduklarımızı giyinip titremelerimizi dindirmeye çalışıyoruz. Korkuyoruz, kaybetmekten, sahip olduklarımızı yitirmekten korkuyoruz, dengelerin bozulmasından, belirsizlikten. İnsani dengelerimizi kaybediyoruz farkında olmadan. Böylece, esir ediyoruz kendimizi kendimizde. Dengede olan bir şey yok aslında, kaybedecek hiç bir şey yok. Neden buradasın bu dünya ne, bu yaşadıkların…”

Bu konsepti tasarlarken aklıma ilk bir odada pencereler kağıtlarla örtülmüş ve bu karanlık odanın içinde yaşayan birini düşündüm. Pencereden yansıyan küçük bir ışık huzmesi bu insan için güç olacaktı (örn. foto; incir reçeli 8-9 planları). Ama pencereyi anlatmak için illa bir pencere görüntüsünün olmasına gerek yoktu. Yine aynı ruh halinde olan kişinin odasını başına geçirdiğim kese kağıdı ile de gerçekleştirebileceğimi düşündüm. Eskizlerle çalışmam da bana görsel açıdan yardımcı oldu ve ortaya istediğim gibi bir çalışmayı fotoğrafla daha iyi yansıtabileceğimi düşündüm.


FvK-Tr1
Özge Aktaş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder